top of page
Search

Genç Osman Yavaş: "Büyümek zorundayız belki ama hayal gücümüzü yitirmek zorunda değiliz ki"



90’lı yıllara damga vuran Mavi Sakal grubunun değerli solisti Genç Osman Yavaş, “Sensizlik Anlatılmaz” isimli ikinci solo albümü ile yeniden bizlerle! Alman edebiyatından yaptığı çevirilerle ve kaleme aldığı Amcam ve Ben adlı çocuk kitapları serisiyle de tanınan sevgili Genç ile müzik, edebiyat ve yazarlık üzerine keyifli bir sohbete gerçekleştirdik. Türk rock müziğinin en karakteristik seslerinden Genç Osman Yavaş’a yönelttiğimiz ilk soru ile başlayalım:


Üretirken ki motivasyon kaynağınız nedir?

Yaşadıklarım ve duygularım. Sonra, o duyguları ele alışım diyeyim. Beni en çok meşgul eden şey o: insanların birbiriyle olan ilişkisi, tepkileri, tepkilerinin sonuçları. Örneğin; biz birine cevap vermeden önce biraz durup beklediğimizde daha farklı bir cevap veriyoruz. Hemen cevap verince daha farklı bir cevap veriyoruz. Ben mesela yıllar içinde, bir iki üç saniye beklemeyi öğrendim. O zaman o kadar fevri olmuyorsunuz, ikinci bir şık daha düşünüyorsunuz… Bence bu oldukça önemli çünkü karşınızdakini kırmaya veya terslemenize gerek yok. Ben bu tür insanlarla da çok karşılaşıyorum maalesef. Herhangi bir yerden seni kırmaya çalışıyorlar ve nedenini anlamıyorsun. Kendileriyle ilgili bir hikaye var bunun altında tabi. Haliyle insan ilişkileri, şarkılarımda irdelediğim sonsuz bir kaynak. Benim için müziğin en önemli yanı: ifade etmek. Hayatın içindeyken ilham sürekli bir yerlerden geliyor. Hayat bu, her an bir şeyler yaşıyoruz. O an yaşamıyor gibi görünse de bir şeyler düşündüğümüzde hissetmeye başlıyoruz. Etrafımızda yeterince konu var diye düşünüyorum, önemli olan onu nasıl formüle edeceğimizi bulabilmek.


İstanbul’un birçok sanatçının yaratıcılık ateşini fitilleyen bir şehir. Birçok olumlu manzarayla karşılaştığımız gibi, korkunç manzaralarla da karşılaşmamız mümkün. Korkunç ve üzücü olanı nasıl karşılamalıyız?

İstanbul gerçekten de çok konusu olan ve ilham verici bir şehir. O ilhamı öldürmemek ve ruh hastası olmamak için de arada geri çekilebilmek gerekiyor. Bu konuda yapabileceğimiz ne var: neyde mutlu oluyorsak onu yapmak, kendimize küçük alanlar ve küçük mutluluklar yaratmak. Bu müzik olabilir, yazmak olabilir; bir iki arkadaşla oturup sohbet etmek ve belki mümkün olduğunca gürültülü yerlerden kaçınmak olabilir. Zaten bir yere giderken arada hepimiz trafiğe karışmak zorundayız. Bunun dışındaki o mecbur olmadığımız zamanlarda olabildiğince kendi kabuğumuza geri çekilebiliyorsak ne iyi. Çoğu insan kendini kalabalığa atmak zorunda hissedebiliyor. Aslında bu aynı zamanda kendinle hesaplaşmaktan bir kaçma yöntemi: hep gürültüyü istersin, hep etrafında insanlar olsun istersin, hep keşmekeşin içinde olayım istersin. Kendi içinle barışıksan o kadar da gürültüye ihtiyacın yok. Benim mesela dört ya da beş arkadaşım var. Bazı insanlar tanıyorum seksen tane arkadaşı var, sürekli onlarla telefondalar vs. Tabii bu da bir tercih. Böyle olduğunda belki çok daha fazla şey paylaşabiliyorsunuzdur, bilemiyorum. Ben daha çok içine kapanık ve canı istemezse sosyalleşmeyen biriyim. İki üç ay evde otururum, hiç sorun değil. Kaybolurum iki üç ay… Bazen gece yarısı kimse yokken şöyle bir dışarı çıkar ve yürürüm. Müzik yaparım, kimseyi aramam. O dört beş kişiye de "Kusura bakmayın ben bu aralar böyleyim." derim. Onlar da zaten beni biliyor bundan rahatsız olmazlar. Annem geçen gün telefon etti “Ne oluyor, telefona çıkmıyorsun!” dedi. “Anne, yine telefonumdan uzak olduğum günlerdeyim.” dedim. (gülüyor). Bir günün sonunda üç dört saat dışarıdaysam, çok tutkulu bir şekilde eve dönme isteği oluşuyor içimde. Buz gibi havada boğazı yüzerek geçmek zorunda kalmadıysam, eve dönüyorum. O arkadaşlarında gecelemeyen tip vardır ya, işte o benim. Gecenin bir yarısı bile olsa; arabam yoksa bile otostop çeker, bir şeyler yapar, sabahın beşi de olsa evime dönmeye çalışırım. Yabancı bir evde uyanmaktan hiç hoşlanmıyorum. İç huzurum için bütün bunlar çok önemli.

Sizin şarkılarınızla büyümüş şanslı bir nesil var. Benim gibi 90’lı yılların sonlarına doğru doğmuş olanlar ise bu şanstan mahrum kalmış durumdaydı ta ki çıkardığınız solo albümleriniz "Gökyüzü Masmavi" ve "Sensizlik Anlatılmaz" ile tekrar aramıza dönene kadar... Bu albümler, kaliteli müziğe olan açlığımızı doyurdu diyebilirim. Sizce Türkiye’deki müzik şirketlerinin ve dinleyicinin sanatçıya bakış açısındaki pürüzler neler?

Plak şirketlerinin başına hasbelkader ya da bir bağlantı sonucu gelmiş çok fazla insan var. Hayal gücünden mahrum çok fazla kişi var oralarda maalesef. Gerçekten. Eskiden kayıt yapıp onu bir plakçıya verdiğinizde ya “Bu ne?” diye cevap alabilirdiniz çoğuz zaman. Hayal gücünü kullanarak, gerçek bir prodüktör zihniyetiyle bakan plakçı son dönemlerde daha da azalmaya başladı. Bugün bazı işlere bakıyorsunuz, dinleyici açısından da oraya geleceğim. Diyorsunuz ki tamam bu kişi bu şarkıyı yapmış. Bir cahil cesareti mi diyeyim ya da kendi kendine beğenmiş olabilir veya konu komşu annesi teyzesi "Ooo çok güzel evladım!" dediğinde o gazla plakçıya gitmiştir. Buraya kadar gayet anlaşılabilir bir şey. İlla ki çevremizde bizi çok seven ve bir şekilde kırmak istemeyen insanlar vardır; fakat bu işler plak şirketine gittiğinde, orada işleyen bir mekanizma olması gerektiğini düşünüyorum: bu sözlere ve müziklere bakan, bunların bir mantığı var mı yok mu inceleyen. Bazen televizyonda bir şarkıya denk geliyorum ve yapanda kabahat bulmuyorum gerçekten. Hangi plak şirketi, çok özür dilerim, ne cüretle bunu bastı diyorum. Bunlar ne düşündü diyorum, gerçekten ne düşündü? Burada sadece kötü işten bahsediyorum tabii ki, benim aklıma yatmayan işlerden. Dediğim gibi inanılmaz olan tarafı; plak şirketinin bunu basması, kopyalayıp çoğaltması, dağıtması böyle bir şeyin altına imza atması.

Günümüzde birbirini tekrar eden popüler birçok parçayı nasıl açıklarız? Dinleyici de bunu mu istiyor acaba?

Geçen gün bir müzik eleştirmeniyle kayıt dışı sohbet ettik. Örneğin, onun en kötüler listesi var, yazılarında da bu şarkı söylemesin diye yazıyor. Çok cesurca bir hareket. Bu ülkede “en tepeden en aşağıya kadar” herkesin birbirini pohpohlama sistemi içerisinde olduğunu ve eleştiriye tahammülsüzlüğü düşünürsek, böyle cesurca cesurca yazabilmek çok değerli. Ben de aynı bu soruyu sorduğumda cevap olarak dedi ki: “Dinleyici bir şeyi dinlediğinde oradaki anlatım, ses, prodüksiyon kötüyse ve kafasında oluşan düşünce “Bunu ben de yapabilirim, ben de onun gibi söyleyebilirim.” oluyor. Seni, onu dinlemektense; kendilerine daha yakın, daha elde edilebilir olanı dinliyorlar. Upuzun bir hikaye dinlemektense, çok basit, kendilerinin de yazabileceği ve söyleyebileceği bir şeyi dinlemek çok daha makul geliyor.” dedi. Bu benim de aklıma çok yattı maalesef. Üzülerek söylüyorum ki belki de sorunun cevabı budur.

"Ana akımdan genel olarak uzak durmaya, kirlenmemeye ve zehirlenmemeye çalışıyorum."

Edebiyat için de aynısı geçerli, değil mi?

Kesinlikle. Bugün piyasada ucuzca yazılmış bir çok kitap var. Bunlar deli gibi satıyor. Neden? Çünkü bunları okumak için bir kültür birikimine sahip olmak gerekmiyor, bir şey bilmek gerekmiyor. Bunları okumak seninle aynı düzeydeki biriyle konuşmak gibi. Ana akım giderek daha aptal bir yer olmaya başladı. Ne eleştiri kaldı, ne sorgulama kaldı; ne de öğretmek, bir şeyleri aşılamak kaldı. İnsanlar, birey olarak kendi savaşını vermek zorunda artık. Sen bir şeyler öğrenmek istiyorsan, o ana akımdan uzak duracaksın. O, çok daha az seyredilen kanalları, sen kendin bulacaksın. 80’lerde, herkes MTV’yi açıp, televizyonun sesini akşama kadar açık bırakabiliyordu. Bugün insanların açık bırakabileceği bir kanal var mı çok merak ediyorum. İkinci şarkıdan sonra, üçüncüde seni deliye çevirmeyecek bir kanal ben bulamıyorum örneğin. Kim dinliyor bunları diyorsun ama aslında milyonlar dinliyor, toplum dinliyor. Toplum kimdir, toplum çoğunluktur. Ben ve benim gibiler aslında azınlıkta ucubeler oluyoruz. Bu yüzden ana akımdan genel olarak uzak durmaya, kirlenmemeye ve zehirlenmemeye çalışıyorum.




Peki müzik piyasasında hoşlanmadığınız durumlar var mı?

Çok fazla çekememezlik durumları var maalesef. Oysa küçücük bir piyasa, Türkiye'de telif haklarından para kazanılmadığı malum. Müzik piyasasının da kendine göre zaten yeterince zorluğu varken müzisyenler arasında bir çekememezlik var. Bütün bunlara ne gerek var? Sen onlara destek ol, yarın öbür gün onlar sana destek olur. Bunlar güzel şeyler, değil mi?


"Biz neden diğerlerini hep birbirimize benzetmeye çalışırız veya neden sadece bizim gibileri kabul ederiz?"

“Hepsi Aynı” şarkınızda geçen "Değişemem ben artık vazgeçemem, aynı olsak kendimi neyleyim." cümleleri beni çok etkiliyor. Birbirimizi, özellikle ilişkilerde kendimize benzetmeye çalışıyoruz ya, bu şarkı belki de buna yapılan en güzel eleştirilerden biri. Biraz bu şarkıdan bahsedelim istiyorum.

Çoğu zaman ilişkilerde partnerlerden birine bakıyorsun bir görüşü kalmamış çünkü onlar çok kavga etmişlerdir bu yüzden. Bir tarafın görüşleri hep sindirilmiştir. Bu ne kadar doğru? Örneğin, ben ev için bir lamba beğendim, eşim beğenmedi. Hayır ya çok güzel sen ne anlarsın diyip o lambayı asabilirim salona veya derim ki o zaman başka bir lamba buluruz ve ortak beğenide bir lamba bulana kadar aramaya devam ederiz. Şu an bizim salonumuz biraz karanlık çünkü biz salondaki lambayı gerçekten bulamadık. Yemeğimizi görüyoruz, o zaman sorun yok. Önemli değil işte bunlar, o lamba olsa ne olur olmasa ne olur? Bu kişilikler için de geçerli. O böyle yapsa ne olur yapmasa ne olur. Biz neden diğerlerini hep birbirimize benzetmeye çalışırız veya neden sadece bizim gibileri kabul ederiz? Neden ki? O da öyle, kabul et.


"Şarkılarımda affetmek, bağışlayıcı olmak ve karşımızdakini olduğu gibi kabul etmek büyük önem taşıyor."

Twitter hesabınızda, 17 Eylül 2012’de attığınız bir gönderiye denk geldim. Sanki bir hastalığa reçete olarak “Ihlamur, tarçın kabuğu, zencefil, bal, iki havlucan kökü, işe yaramıyorsa: Karşına çıkan herkese bağırmamak…” yazmıştınız. Sahi, tüm iyileşemeyen hastalıklarımızın kökeninde öfke, nefreti kin duyguları yok mu? “Affet Gitsin”, “Nefes Al” gibi parçaları yazarken, hangi düşüncelerle yola çıktınız?

Geçtiğimiz yıllarda çocukluk arkadaşımı kaybettim. Böyle bir şeyi yaşayınca birçok şey anlamsız gelmeye başlıyor ya da daha anlamlı, nasıl bakarsanız. Fark ediyorsunuz ki bütün ettiğimiz o saçma sapan kavgalar, bizim kendimizi karşı tarafa kabul ettirme çabamızdan kaynaklanıyor. Benim görüşüm, benim düşüncem, hayır ben haklıyım, hayır bu böyle... Aynı zamanda, bir insanı olduğu gibi kabul etmek de zor. Her zaman da başkalarını diğerleriyle çekiştirmek çok kolay. O öyle yaptı, onun öyle bir huyu var, şöyle yapar böyle yapar… En çok üzerinde çalışmamız gereken konu hoşgörü aslında ve hepimiz hoşgörü konusunda eğitilebiliriz. Hoşgörü bir şeyleri yaşamakla ilgilidir bana göre, insan hoşgörülü doğmuyor. Hoşgörü daha çok yaşadıkça ve kendini eğittikçe edindiğin bir şeydir. O yüzden de şarkılarımda affetmek, bağışlayıcı olmak ve karşımızdakini olduğu gibi kabul etmek büyük önem taşıyor ve bu temaları çok işliyorum.

Mavi Sakal ile hala birliktesiniz. İki Yol klibinde de karşımıza çıkan ve yanınızdan ayırmadığınız Hotaka gitarınızla ilgili stüdyodaki anınızdan bahsedebilir misiniz?

Bu benim için çok önemli bir hikayedir. Finlandiya’ya da İki Yolun kaydı için onu götürmüştüm. Prodüktör, the Police gibi isimlerle çalışmış olan çok büyük bir prodüktördü, bana akustik gitarımın markasını sormuştu, donanıma bakıyor. Akustikte Hotaka kullandığımı söyledim. Hotaka, tamam dedi bir şey demedi orada. Ertesi gün kayıtlar başladığında, stüdyoda 4-5 tane gitar olduğunu gördüm. Bu gitarlar hep imzalı ve el yapımı gitarlardı, bu arada benimki fabrikasyon gitar, o Hotaka el yapımı değil. "Bunlar da ne?" diye sorduğumda, prodüktörümüz "Bu gitarlar kayıtta kullanılmak üzere kiralandı. Kayıttan sonra geri vereceğiz, üzerinde herhangi bir düğme varsa ya kollarını sıva ya da çıkar öyle çal." dedi. "İyi de benim gitarım daha iyi!" dedim (gülüyor). O da "Yok yok şimdi çalınca fark edeceksin zaten." dedi. Gitarların görüntüsü gerçekten inanılmazdı. Rönesans döneminden fırlamış gibilerdi. Bir süslemeler bir imzalar… Gerçekten görür görmez üzerimde düğme aramaya başladım aman çizilmesin diye. İşte o zaman o yekta kopana anlattığım hikaye orda oluyor. Hepsini teker teker çaldım ve her birini çaldıktan sonra ısrarla "Ama benim ki daha iyi." deyince, prodüktörümüz hatırım olsun diye kendi gitarımı da çalmamı söyledi. Yine "Gördünüz mü benimki daha iyi işte!" dedim ve olay orada koptu. Diğer gitarlar hemen aynı gün geri yollandı. Sevdiğin bir şey ile bir işi yapmak bambaşka bir şey.


"Hep yenisini, başkasını, ötekini, keşfedilmemişi istiyor. Bu çağda açgözlülük beni rahatsız ediyor. İnsanlara, en yukarıdan en aşağıya kadar bu empoze ediliyor."

Sizin için gitarı bu kadar değerli yapan neydi?


Yabancı bir gitar başka bir şeydir, o benim 35 yıllık gitarım ben 35 yıldır aynı gitarla çalıyorum. Ona çaldığım duygu da başka tabii ki. Ben o gitarın nerede ne ses çıkaracağını nasıl bir tını vereceğini ezbere biliyorum. Haliyle başka bir gitar beğenmem de zor artık. Küçükken babama bir gitar hediye edilmişti ve benden biraz daha küçük yaramaz komşumuz o gitarı kırdı. Muhtemelen bunalıma girmişimdir, babam elimden tuttu ve gel sana gitar alacağız dedi. Bir mağazaya girdik ve bir duvar dolusu gitar vardı. "Seç." dedi. Çocukken bir marka sizi hiç etkilemez. Ben de tamamen o arınmışlıkla duvardaki tüm gitarları indirttim ve çaldım. Sadece sesini dinleyerek, beğendiğim o Hotaka markalı gitarı seçtim. Bu gitar, benim için büyük bir hayal kırıklığının sonundaki büyük mutluluktu. O gitarı hiçbir zaman yanımdan ayırmadım. Günümüzde insanlara bir yenileme mecburiyeti aşılamışlardır. Her konuda. Telefonun, araban, mobilyan… Şu an kendim haricinde 30-35 yıldır aynı gitarı çalan kimseyi tanımıyorum. Ben çocukluğumda o gitarın sesini beğenince sonra bir daha hiç daha iyi bir gitar var mıdır, olabilir mi, alabilir miyim gibisinden sorular sormadım. Mutluydum o gitarla. Nasıl derler dışarıda gözüm yoktu hiç. İyi günde kötü günde hep o gitarım vardı. Tek değiştirdiğim şey üzerindeki telleri, o da eskidikçe. Ortada büyük bir yanılgı var. Bir şey eskidikçe kötüleşmez illa ki. Belki dünyanın en iyi gitarı değildir, çok daha iyi gitarlar vardır ama benim için yoktur. Neden yok? Çünkü o gitar bana alındığından beri benim için başka bir gitar yoktu hayatımda, onunla mutluydum. Ne alırsan al, kafanda ilerde bunun daha iyisini alacağım varsa o zaman zaten huzursuzluk başlar. Çevremde ilişki yaşayan ama gözü dışarıda olan insanlar görüyorum. Başka kızlar var diyor. Neden? İlişkini yaşa. Bunu en güzel şekilde yaşamaya çalış. Hayır. Neden? Huzur istemiyor musun? İstemiyor o zaman, ben bunu anlıyorum. Huzur istemiyor. Hep yenisini, başkasını, ötekini, keşfedilmemişi istiyor. Bu çağda açgözlülük beni rahatsız ediyor. İnsanlara, en yukarıdan en aşağıya kadar bu empoze ediliyor.


"Çok zorluk gördüm ve ben o zorluklar içerisinde de çok mutluydum. Asla mutsuz değildim. Zorluklardan hep iyi bir şeyler çıkarmaya çalıştım."

Sizi ne mutlu eder, mutluluk konusunda minimalist misiniz yoksa herhangi bir zor tatmin olma durumu mevcut mu?


Çok küçük şeyler beni çok mutlu ediyor. Benim etrafımda yakınımda gitarım olsun yeter. Şimdi yeni piyano aldım, hayatım boyunca istediğim bir şeydi. Çok sabrettim bu gerçekleşene kadar. Şimdi başından kalkamıyorum. Gerçekten inanılmaz mutluyum! Çok zorluk gördüm ve ben o zorluklar içerisinde de çok mutluydum. Asla mutsuz değildim. Zorluklardan hep iyi bir şeyler çıkarmaya çalıştım. Babam bir ara çok mutsuz bir döneme girdi. Ben de babama “Böyle olmaz, passiflora var; ondan al mesela bir dönem kullan. Seni sakinleştirir.” dedim. O da bana sordu: “Sen kaç senedir alıyorsun?” (gülüyor). “Babacığım ben kullanmıyorum.” dedim “Ben böyle doğdum.”

Hobilerinizi meslek haline getirmiş biri olarak, sevdiği işi yapmak konusunda yeteri cesareti bulamayan insanlara ne söylemek istersiniz, belki umut olur ve siz karşılaştığınız zorluklar nasıl aştınız?

İdealdeki meslekler sanatla ilgiliyse işiniz gerçekten zor. Örneğin, ben popüler bir müzik yapmıyorum. Yaptığım müzik hiçbir şekilde ana akıma hitap etmeyen bir müzik. Çeviri idealistliği çok daha düşük tutabileceğim bir yer ama onun içinde de bir idealistliğim var. Bana hep bir yerlerde çal oradan geçimini sağlarsın hem de müzik yapmış olursun. Ama o bambaşka bir şey. Ben şimdi gidip başkalarının çok sevdiğim şarkılarını her hafta çalsam tükenirim, müzik benim için sevdiğim bir şey olmaktan çıkar. Bugün plak şirketine diyebiliyorum ki "Bu anlaşmayı evet yaparız ama müziğime asla karışmayacaksınız.". Karışacağız derlerse, o zaman ben de yapmıyorum diyebiliyorum. Başka bir şirkete gidiyorum. Bir şirket bulunmazsa, o da çok önemli değil ben yine sevdiğim müziği yapıyor olacağım; sadece albüm yapmıyor olacağım, tek fark bu olacak. Bir albüm yapayım, meşhur olayım duyulayım, gibi bir düşüncem yok. Şarkıları içimden geldiği gibi, nasıl hissediyorsam o şekilde yazıyorum. Müziğim beğenilsin tabii ki istiyorum ama beğenilsin diye yapmıyorum; ikisi de farklı şeyler. Beğenilsin diye yapsaydım zaten ana akıma hizmet edecek bir müzik yapardım. Bu yüzden müziği kutsal kabul edip çeviri yaptım ki müzikten fedakarlık yapmak zorunda kalmayayım. Hayallerindeki işleri yapmak isteyen idealist insanlar uygun ortam yoksa fikrimce uzun bir dönem dişlerini sıkmak zorundalar ya da ikinci bir meslek de yapabilirler. Her şey çok para kazanmak değil, para da aynı zamanda mutluluk demek değildir. Ben yıllarca çok parasız yaşadım, çok süründüm, Rilke’den çeviri yaptığım dönemler buz gibi evlerde oturuyordum binbir kaygıyla. Yine de işimi elimden geldiğince iyi yapmaya çalıştım. Bazen bazı şeyleri yapmaya mecbur kalabiliriz ama mecbur kaldığımızda da bunlar o kadar kötü şeyler değil. Üniversitedeyken yazları bir şansım vardı: herkes üç ay tatil yaparken ben İsviçre’ye gidip fabrikada çalıştım. Orada tuvalet temizliğinden tut makinenin içine girip oradaki yağların temizliğine kadar her şeyi yaptım. Deliler gibi çalışıyordum. Hatta oluyorsa iki işte birden çalışıyordum. Ama neydi gerekirse üç ay gece ve gündüz çalışacağım ama bu sayede bir sene boyunca okula devam edebileceğim. Eğer istediğiniz hayatı yaşayabilme konusunda bunlar size bir şeyler sağlıyorsa, yaşamak istediğiniz hayatı sürdürmek için şu gurur meselesini biraz kenara bırakmak gerekiyor . İdealistlik fedakarlık gerektirir ve bunlar iyi şeyler.





Marmara Üniversitesi, Resim Öğretmenliği mezunusunuz. Önceki röportajlarınızdan birinde Anadolu’da resim öğretmenliği yapmak istediğinizden bahsetmiştiniz, sizde bu isteği uyandıran neydi?


İdealistlik diyebilirim. 87 senesinde Türkiye’ye geldiğimde Türkiye bugünkünden bambaşka bir yerdi. Buraya karşı çok büyük bir aşkım vardı. İçimde iyi bir şeyler yapma, bir şeylere katkıda bulunma isteği duyuyordum. O dönemler böyle bir hayal kurdum kendi kendime. Anadolu’ya giderim orada öğretmenlik yaparım diye düşündüm. Yine o dönemlerde Perran Kutman’ın oynadığı idealist öğretmen rolünden çok etkilemiştir. Bir de benim için İsviçre’deki ortaokul öğretmenim hayatım boyunca çok önemli bir insan olmuştur, hala iletişimimiz var. Öğretmen olarak da o mesela beni kırmamıştır, dalımı kırmamıştır. Bana yol göstermeye çalışmıştır, ben zıvanadan çıkmadan nasıl istediğimi yapabilirim diye. Müzikte de çok ufkumu açmıştır, daha ortaokuldayken müzik dersinde bir sürü plak getirip dinletmiştir. Öğretmenim ne çok şeyler yaptı benim için, ne kadar iyi şeyler yaptı diye tekrar düşündüm. Ben de bir şeyler yapayım dedim, çocuklara yönelik iyi bir şeyler yapmak istedim. Arkadaşlarımla ilk müzik grubumuzu kurunca, müzik daha ağır bastı ve gidemeyeceğime karar verdim. Yıllar sonra o istek yeniden patladı. Ben de o açlığımı, hep kitaplıklardan ve kütüphanelerden giderdim. Üç farklı kütüphaneye üyeydim. Yeni yılda, bir sınıfın kütüphanesi varsa hemen gider o sınıfa otururdum. Çocuk kitapları yazmaya başladım ve böylelikle çocuklara ulaşmanın bir yolunu yıllar sonra da olsa buldum. Okullara ve çeşitli şehirlere etkinlikler için gidiyorum. Bu muhteşem! Çocuk her yerde çocuk, bunu görüyorum ve bu beni acayip mutlu ediyor.


Yeğenlerinize anlattığınız eğlenceli hikayeleri bir Amcam ve Ben başlığı altında bir çocuk kitabı serisi yayımladınız. Bu hikayelerin içinizde büyütmediğiniz o çocukla bağlantısı neler? Büyümek her ne kadar marifetmiş gibi görünse de, ben acizane, insanın bir tarafının o çocuksu saf neşeyi kaybetmemesi gerektiğini düşünüyorum. Sizin bu konuda görüşleriniz neler?


Ben çok mutlu bir çocuktum. İnanılmaz bir kitap okuma açlığım vardı. Hep üç dört tane kitap birden okurdum önlem olarak çünkü öğretmenim derste görünce alırdı. Öğretmenim hep derdi ki: "Senin gibi böyle delicesine okumak isteyen kitap manyağı birisi bir daha gelmedi. O kadar pişmanım ki senin elinden kitapları aldığım için, çünkü sonraki yıllarda hep cep telefonu almaya başladım.”. Bendeki aslında bir eksiklikten dolayıydı; annem babam kitaba para vermek istemeyişinden dolayı. Ben de o açlığımı, hep kitaplıklardan ve kütüphanelerden giderdim. Üç farklı kütüphaneye üyeydim. Yeni yılda, bir sınıfın kütüphanesi varsa hemen gider o sınıfa otururdum. Son yıllarda artık sadece çocuk kitapları çevirmeye başladım. Çocuklara bir şeyler verebilmek adına da yazmaya başladım. Daha doğrusu yeğenlerim çok eğlenince o hikayelerle yazmaya başladım. Tekrar çocukluğuma geri gidebildiğimi fark ettim. Böylelikle doğrudan iletişime geçtim çocuklarla; onların tepkileriyle, onların sorularıyla, onların hayal gücüyl Örneğin; bana resim yapıp veriyorlar, evde inanılmaz resimler var. O kadar güzel ki. En çok nelerden etkilendiklerini, en çok nerede palavra sıktığımı ve en çok hangisinden şüphelendiklerini fark ediyorum. En çok sormak istediklerinden en çok neye inandıklarına kadar, bu etkileşimi doğrudan görmek inanılmaz bir şey!


Sizce yetişkinlerle çocuklar arasındaki keskin farkın nedeni nedir?


Keskin farkın oluşma nedeni hayal gücünü yitirmemizden kaynaklanıyor. Hayal gücünü büyümüş olmasına rağmen kaybetmemiş olan kişi zaten çocukluğuyla ve çocuklarla bağlantısını koparmaz. O iletişimsizlik oluşmaya başlamaz. Bugün yere düştü diye çocuğuna kızan ebeveynler de çocukken yerlere düştüler ya da çamurun içinde oynadılar. İşte unutmak çok kötü bir şey. Yaşlandıkça unutuyoruz ya da unutturmalarına izin veriyoruz; çevre bizi böyle istediği için, hep büyü artık dediği için. Tamam sorumluluklar almak zorundayız ve büyümek zorundayız belki ama hayal gücümüzü yitirmek zorunda değiliz ki. Onu dinç tutmak için yapabileceğimiz bir sürü şey var. Okuyabiliriz seyredebiliriz, iletişim kurabiliriz ama çok sert yargılamaya başladığın zaman hayal gücünü kaybetmeye başlıyorsun. O zaman artık toleransın, hoşgörün kalmıyor ve o çocukluğunu tümüyle üstünden atmış oluyorsun. Galiba acı sonumuz bu.


"Bütün yükü sanatçıya yüklememek lazım. Biz bireyler olarak bir şeyler yaparsak, bir sürü yükten de hafiflemiş oluruz."

Eskiden sokak kedilerini beslediğinizi, yaşadığınız yer değişince, bahçe katından yukarılara çıktıkça kedilerle bu ilişkinizin sona erdiğini ve belki bir gün onlar asansöre binmeyi öğretip bu sistemi tekrar uygulayacağınızı verdiğiniz bir demeçte esprili bir şekilde söylemiştiniz. Bireysel yardım, daha büyük yardımlar veya herhangi bir şarkıyla farkındalık uyandırmak düşünüldüğünde; sizce sanatçının üstlenmesi gereken bir toplumsal görev var mıdır? Yoksa sanatçı sadece müziğini yapmalı ve diğer kaygıları bir kenara bırakmalıdır?

Bence bütün bu yükü sanatçıya yüklememek lazım. Biz bireyler olarak bir şeyler yaparsak, bir sürü yükten de hafiflemiş oluruz. Sanatçının farkı daha çok insana ulaşabiliyor olması. Bu yüzden, bir sanatçının bağırıp çağırıp bir şeyler yapmasıyla onu kaç kişi dinler. Ben tek başıma hiçbir şeyi değiştiremem, tek başıma denersem kimsenin dinlemediği sadece bağıran bir deli olurum. Ben kendimce, kendi doğrularımı ve duygularımı şarkılarımla ifade ediyorum. Herkes kendi açısından yaşadığı ortama en azından biraz özen gösterirse, çok şey değişir. Örneğin; hepimiz çevre kirliliğinden yakınıyoruz. Instagram'da herkes dünya iyisi, herkesin çevre bilinci tam, hepsi süper ebeveyn, süper çocuk, herkes süper. Örneğin, trafikten çok sıkıldığım zamanlarda scooter kullanıyorum. Arabaların camından neler atmıyorlar ki. Peki o zaman Instagram'da bu kadar yazan çizen insanlar nerede yaşıyor, diğer suçlananlar nerede yaşıyor? Böyle büyük bir ikiyüzlülük var. Örneğin; Mavi Sakal ile televizyona çıktığımızda misyonunuz, vizyonunuz nedir diye sorarlardı. En nefret ettiğim iki soruydu, hemen böyle başkasına paslardım. Misyon? Vizyon? Benim bir misyonum yok. Kendi çapımda yapabildiğim en iyi şeyleri yapmaya çalışıyorum zaten. Birine yardım etmek mi? Aciz biri mi var elimden geldiğince abartmadan yapmaya çalışırım. Abartı da değil, sadece yapmaya çalışırım. Bazen ben de kafamı çeviririm herkes gibi. Ablam birkaç kere "Bu ülkede o kadar zengin insan var, neden hep sen?" dedi. "Ben de bir şey yapmıyorum ki hani bir liraya ya da iki liraya mendil alıyorum." diyorum. "Evet ama çok mendilin var." diyor (gülüyor). Tamam da ben de istiyorum ki gitsin o amca evinde otursun torununu sevsin kucağında. Ama sade çok yaşlılardan bir şey alıyorum mesela. Gençlerden asla almıyorum, git çalış diyorum kızıyorum onlara. Hiç haddim olmadan. Almıyorum. Ben de çok yoksulluk çektim ama hep çalıştım, eliniz ayağınız tutuyorsa bir sürü yapılacak iş var. Instagram'dan birisi "Abi acılarımı bana çok kaliteli yaşatıyorsun." yazmış. O kadar hoşuma gitti ki. Ya da işte diyolar ki belirli dönemlerde şarkılarınızın bana çok büyük yardımı oldu, çok büyük buhranın içinde beni hep ayakta tuttu diyenler de oluyor. Bunlar tabii güzel şeyler ama bu şarkıları birilerine yardımcı olsun diye yazmıyorum. Yararlanan insanlar tabii ki var ama bunlar evvela sadece o anlık veya bir dönemde hissettiğim düşündüğüm ve yazdığım şeyler.


Siz “Karanlık olmasa güzelliklerin ve iyiliğin değerini anlayamayız.” demiştiniz. Gökyüzü Masmavi ve Sensizlik Anlatılmaz albümlerinizde de melankolik bir havadan güzelliklere doğru giden bir yol var. Söyleşimizi umut ile bitirelim istiyorum. Karşılaştığımız zorlukların değeri nedir?


Zorluklar bizim kıymet ölçütümüz olabilir. Onlar sayesinde güzel olanı, kötü olanı, kolay olanı, her şeyi bu sayede görüyoruz. Zaten onlar olmasa renk olmaz hayatımızda. Hayatta hep bir fedakarlık gerekiyor. İlk çıktığım konserde gitarımın dört teline penseyle atılmış ikişer üçer tane düğüm vardı çünkü tellerim kopmuştu ve alacak param yoktu. Ben de onlara düğüm atmıştım. Necati Yavaşoğulları ile biz uzaktan akrabayız, konserden önce gelip "Her şey tamam mı çocuklar?" diye sormuştu. Benim gitardaki düğümleri gördü ve büyük hayretler içerisinde "Böyle konsere mi çıkılır?" dedi. Ben de "Necati abi ne yapayım alacak durumum yok, alamadım." dedim. "O zaman tabii ki diyecek bir şeyim yok yine de bir daha böyle çıkmamayı çalış." dedi. Çünkü gitar doğru düzgün akor bile tutmuyordu. Ama zorluklar güzel şeyler, size bir şeyler kazandırıyor. Gökyüzü Masmavi’yi yaptığım dört kanallı bir kayıt aletim ve çok eski bir bilgisayarım vardı. Bilgisayarım çok eski olduğu için dört kanalın hepsini işleyemiyordu. O dört kanalı, bir kanala indirgiyordum. Sonra tekrar kayıt aletine kaydediyorum, o zaman üç kanalım daha oluyordu. Böyle böyle kaydını yaptım ilk demomun ve gayet iyi bir demo oldu. Gökyüzü Masmavi albümünü dinlediğin zaman aralarında sadece yüzde 10-15 fark var. Demoyla albüm neredeyse aynılar. Bu da mesela benim için bir kıstastır. İmkansızlık çok da önemli değil, o genelde bir bahane oluyor. Her şey varlık demek değil. Bazen yokluk da çok güzel ilhamlar verebiliyor. O zorluklar da tatlı zorluklar o zaman. Her şeyin tadı başka.

Çok teşekkür ederim, buz gibi karlı bir günde içimizi ısıtan bu güzel sohbetiniz için.


Asıl ben teşekkür ederim.



75 views0 comments
Post: Blog2_Post
bottom of page